Wednesday, March 27, 2013

Savaşın "yan etkileri" ve İstanbul'un zalim yüzü...


Öncelikle mesajımı iletmekte yardımcı olduğu için ve ingilizceden türkçeye çeviri için Cenk Aydin’a teşekkür etmek istiyorum. :)


Önceki yazılarımda, plansız bir şekilde, kendimi nasıl Istanbul’da yaşarken bulduğumu anlattım.


Bu yazımda, birden bire kendinizi dilini bile konuşamadığınız ve çalışmak için izninizin olmadığı bir ülkede bulmanın nasıl bir şey olduğunu anlatacağım.


İstanbul’da planladığım tatil süresi sona erdiğinde ve Suriye’ye geri dönmek istediğimde, dönemedim! Suriye - Türkiye sınırı iki taraflı olmak üzere kapatılmıştı (3 ay sonra öğrendim ki aslında sınırlar sadece birkaç günlüğüne, kara yoluna kapatılmıştı, ne diyeyim “Medya” sağ olsun!). Sadece üç gün konaklayacağımı söylediğim “Sırp seyahat kulübü” yetkililerine ülkeyi terk edemediğimi söylemek çok utanç vericiydi. Kulübün mümkün olduğunca çok gezgin’e ücretsiz konaklama sağlayabilmesi için maksimum 5 gün ücretsiz konaklama politikası vardı. Şimdi kendi hakkımı aşıyor ve başkalarının hakkını da sıkıntıya soktuğum için aşırı derece rahatsız oluyordum.


Eve denmenin mümkün olmadığını anladığım ilk hafta gerçekten çok kötüydü. Sonraki günleri, haberleri takip ederek, ne zaman geri dönebileceğimi kestirmeye çalışarak geçirdim. Ve tabi ki ailemden bir haber almak için bekledim, en azından hala hayatta olduklarına dair bir haber. Fakat bazen günlerce süren elektrik kesintileri yüzünden Aleppo’dan haber almak neredeyse imkansızdı. Ayrıca haftalar süren telefon ve Internet kesintisi vardı. Kendimi çaresiz hissettim ve Suriye’de kalan ailem ve arkadaşlarım için çok karamsardım.
Ve de en kötüsü hiç param yoktu. Daha önce söylediğim gibi, burada kalmayı planlamamıştım ve dolayısıyla yanıma fazla para almamıştım.


Tabi ki başka birçok kişinin de para sıkıntısı var. Ama onların çoğu kendilerine tamamen yabancı bir ülkede bir başlarına değiller.


Yiyecek bir şeyler bulmak problemlerin içinde en hafif olanıydı. Açlığımı yatıştıracak, bulabildiğim en ucuz şeyleri alıyordum. Çoğu zamanda öğünleri atlıyordum.


3 ayda 15 kilo verdim.


Bazen öğle yemeğim bir parça ekmek ve bir bardak ayrandı. Meyva mı? Unutun gitsin.


Allah’tan bu durum fazla sürmedi. Ramazan ayı yakındı ve bu Türk hükümetinin her gün iftar vakti bedava yiyecek ve su vereceği anlamına geliyordu.


Yol parası vermemek için, her gün, gidiş geliş toplam 11 km (Google maps’e göre), yürüyerek iftar çadırına gittim geldim.
Arta kalan yemekleri toplamak benim için çok tuhaf ve utanç vericiydi. Fakat bir şeyler yemeliydim ve  insanlardan para dilenmekten iyiydi en azından. Kimseden bir şey istemedim sadece masaları temizliyormuş gibi yaparak artık yemekleri topladım.
Bu şekilde neredeyse hiç para harcamadan bir ayı geride bırakmıştım. “Seyahat kulübü”nden bedava konaklama ve devletten bedava yemek: Zordu, fakat çevremdeki iyi insanlar ve “Seyahat kulübü” yetkilileri sayesinde bunu başarmak benim için daha kolaydı.
“Seyahat kulübü”nden defalarca kez hakkım olan üç günden fazla kaldığım için özür diledikten sonra, bana proje bitimi olan yaz sonuna kadar, yani iki ay daha kalabileceğimi söylediler.


İlk ayımda her gün, sınırların tekrar açılacağını ümit ederek, haberleri takip ettim.


Fakat birkaç haftadan sonra ümidimi kaybettim. İçinde bulunduğum durumu kabullenmekten ve bir gelir kaynağı aramaktan başka hiçbir şansımın olmadığını hissettim.


Bilgisayar konusunda tecrübeli olduğumdan büyük alışveriş merkezlerinde ve zincir bilişim teknolojileri mağazalarında iş aramaya başladım. Suriye’de bilişim uzmanı olarak yarı zamanlı çalışıyordum. Fakat Türkiye’de bambaşka bir durum vardı. Alışveriş merkezlerini ve bilişim mağazalarını gezdikten sonra anladım ki Türkçe bilmeden ve TC vatandaşlık numarası veya çalışma izni (almanın neredeyse imkansız olduğu ve 1.700 - 3.000 dolar maliyetli) olmadan Türkiye’de iş bulmak imkansızdı.


İki gün boyunca bu koca şehirde yürüyerek iş aradıktan sonra anladım ki Suriye’deki çalışma şartlarıma yakın bir iş bulmam artık mümkün değildi. Beklentilerimi düşürdüm ve restoran, çiçekçi, pizzacı, kafe, süpermarket ve internet kafelerde herhangi bir iş aramaya başladım. Bulaşıkçılık, temizlikçilik, aşçılık, ne olursa! (Bu arada tabi ki iftar çadırına da iş başvurusunda bulundum, gülüp geçtiler ve fazla ciddiye almadılar)
Bir süre sonra iş aradığım her yerden aynı olumsuz cevabı almaya alışmıştım. Bana “ne yapabilirsin?“ diye soruyorlardı, bende onlara bilgisayar mühendisliği okuduğumu söylüyordum. Ne tür bir iş aradığımı soruyorlardı, bende “ne olursa” diye cevaplıyordum. “üzgünüz, sana göre bir işimiz yok” diyorlardı.


Çok zordu, hayatım boyunca hiç yaşamadığım bir duyguydu. Ve sorun para değildi. Beni zaman zaman maddi anlamda beni destekleyen arkadaşlarım vardı.


Fakat ben evde oturarak, dışarıdan yardımla geçinmeğe hiç alışkın biri değildim. Birinden para istemek benim için çok zor. Bu yüzden çoğu zaman cebimde sadece cips ve kola alacak kadar param oldu.


Evet, gerçekten zordu. Sokakta işini yapan çöpçüleri bile imrenir oldum. Sokakta sigara içen insanları imreniyordum; “tabi ya, sigara alabildiklerine göre kesin işleri de vardır” diye içimden geçiyordu.


Fakat yapabileceğim hiçbir şey yoktu.


Günler geçmişti, yaz bitmişti ve “Sırp seyahat kulübü”nün kapanması gerekiyordu. Yani taşınmak gerekiyordu. Kulüp yetkilileri çok iyiydi ve bana onlarla birlikte Sırbistan’a gelmemi teklif ettiler. Prosedürü öğrenmek için beraber Sırp konsolosluğuna gittik. Çok kolay ve mümkün olduğunu öğrenince uzun zamandan sonra ilk defa kendimi güvende hissettim. Sonunda eğer İstanbul’da iş bulamazsam uygulayabileceğim bir planım vardı. Sokakta yatmak zorunda kalmayacaktım.


Ve “kulübü” kapattılar ve artık taşınmam gerekiyordu…


Bu kocaman şehirde tek başıma yaşamam gerekiyordu. Arkadaşsız, kimseyi ziyaret etmeden veya aramadan, konuşmadan. İnsanların kafelerde oturup, sohbet ettiklerini, güldüklerini görmek beni üzer hala gelmişti. “Sırp seyahat kulübü” ile ayrıldıktan sonra günler boyunca tek başıma kalmıştım.
Benim için son derece kötü bir histi, bir çok sebepten ötürü. Sonraki yazılarımda bunlara yer vereceğim...

No comments:

Post a Comment